“Gençlerinizin en iyisi ihtiyarlarınıza benzeyenlerdir. İhtiyarlarınızın en kötüsü de gençlerinize benzeyenlerdir.” (Hadis-i Şerif)
Sayfalar
31 Mayıs 2013 Cuma
AYA KAÇTI UÇURTMALAR
Kulağımda kuş cıvıltıları, burnumda mor salkımların rayihası var. Gözlerim, etrafı pembeliğe bürüyen erguvanlar arasından Boğaz’ı görmekte. Elimde bahar meyveleriyle dolu bir tabak ve dilimde papaz eriğinin ekşi tadı var.
Saçları bembeyaz, yüzü çizgili, ayaklarındaki maraz nedeniyle evden dışarı adım atamayan bir ihtiyarım ben. Bu sebeple günlerimin neredeyse tamamını bütün duyu organlarıma baharı tattıran, bana İstanbul’u yaşatan mütevazı balkonumda geçiririm. Yoldan geçen insanları, açan çiçeği, uçan kuşu, Boğaz’daki gemileri izlerim buradan.
Gördüklerimden çok daha fazlasını barındırır manzaram. Mesela şu an baktığım ağaçlar değil, benim çocukluk yıllarımdır. Tek tük çiçeklerin bulunduğu o dallar yeşillendiğindeyse gençliğime bakıyor olacağım. Aradan zaman geçip yapraklar sararıp dökülmeye başladığında kaybettiklerim gelecek aklıma. Kupkuru kalan ağaçlar yatağında sonunu bekleyen bir ihtiyarı anımsatacak. Üstleri karla örtülüp kefen rengine büründüklerindeyse ölümü düşünüyor olacağım.
Şüphesiz ki ağaçlar bir bahar günü tekrar dirilecek. O çıplak dalların bugünkü gibi rengarenk olduklarına şahitlik edeceğim. En keyif vereni de bunu görmek! Ama belki de bu son görüşümdür. Olur ya ömür yetmez, çıkamam seneye. O zaman da başka bir dirilişe tanıklık ederim. Belli mi olur! Daha güzel ağaçların olduğu, başka bir dünyaya merhaba derim.
Yolun karşısındaki park baharı karşılamak isteyenlerle doluyor. Benim damat bir taraftan onlara bakıyor, bir taraftan da kapağının ortası delik bir pet şişeyle bakkalın önünü ıslıyor. Ağaca çıkan çocuğunu indirmek için çabalayan kadınsa evladımı getirdi aklıma. Uçurtmasını uçuramayan tosun tıpkı benim torunum... Hiçbiri toprak altında değil. Hepsi karşımda işte!
Dişlerim kamaştı. Ne kadar da çok yemişim eriklerden. Kül tablası çekirdek dolu. Hepsini de tuza bulamıştım üstelik. Bir doktor görse bu kadar tuz tükettiğimi ne derdi acaba? Ne derse desin. Umurumda olur muydu sanki? Sevmiyorum onları. Kırk tane hastalık çıkarıyorlar insanın başına. Yiyeceklerin en güzellerini yasak edip yığınla hap veriyorlar.
"Ding dong! Ding dong!"
Komşu çocuğu olmalı. Zaten ondan başka kim çalacak ki kapımı? Boşalan meyve tabağını ve çekirdek dolan kül tablasını alıp ağır adımlarla içeri geçtim. Tabakları mutfak taşına bıraktıktan sonra yine ağır adımlarla kapıya yöneldim. Kapıyı açmak için epey zaman harcamış olsam da zilim ikinci kez çalmadı. Marazımdan ötürü ağır yürüdüğümün bilincinde olan ve kapıyı açmamı sabırla bekleyen küçüğün gülümseyen yüzüyle karşılaştım. Ona her zamanki gibi hayır duası ettim, uzattığı para üstünü harçlık olarak cebine koymasını söyledim ve saçlarını okşadım. Teşekkür ederek uzaklaştı.
Bugünkü gazetede hiç hayır yoktu. Okudukça içim sıkılıyordu. Binlerce insanın öldüğünü yazan habere inanmayıp parktaki insanlara baktım. Kimse ölmemişti, herkes gülüp oynuyordu! Kafamı dağıtmak için gazetedeki en değer verdiğim sayfaya geçtim. Bulmaca sayfasına...
Epeyce oyalandıktan sonra gazeteyle kalemimi masaya bırakıp parka baktım tekrardan. Az önce insanlarla dolup taşan parkta bana sırtı dönük olan bankı ortalayarak oturmuş bir genç vardı sadece. Parktaki insanların çokluğundan ve çevredeki ağaçların gözümü almasından ötürü pek dikkatimi çekmemiş olsa da sabahtan beri orada oturduğuna emindim.
Karşısındaki manzaraya odaklanmış kasketli gence bakıyor, baktıkça darlanıyorum. O, dükkanının önünü ıslayan mahalle bakkalının damadım olmadığını, az önceki kalabalık arasında torunumun ve evlatlarımın bulunmadığını haykırıyor, gazetedeki kötü haberin doğruluğunu da onaylıyordu. Yaşamlarının birkaç dakikasına tanık olduğu insanları; damadına, evladına veya torununa benzeterek yalnızlığını unutmaya çalışan zavallı bir ihtiyar olduğumu söylüyordu bana. Hatta öyle zavallıydı ki bu ihtiyar, geçimini sağlayacak bir emekli maaşı ve evini miras bırakacak kimsesi olmadığından; çok sevdiği evini satmış, satıştan elde ettiği parayla da kendi evinde kiracı olmuştu.
Bir bankı ortalamış, binlerce insanın öldüğünü söyleyen o haberin benzerinin bulunduğu gazete sayfasını elimde suyu çıkacak derecede sıktığım gün kafamda kasket, önümde saatlerce baktığım bir manzara vardı. Elimde sıkmış olduğum gazeteden memleketimde büyük bir depremin olduğunu ve binlerce insanımızın hayatını kaybettiğini öğrenmiştim. Sülalem yok olmuştu benim!
Gözyaşlarımı silip bana mutluluk veren manzaramda bir kara leke olan gence öfkeyle bakmaya başladım. Kalkıp gitmesini istiyordum artık. Ama dakikalar geçmeye, o da oturmaya devam ediyordu.
Nihayetinde akşam ezanıyla birlikte hareketlendi. Onun ayaklanmasıyla da donup kalmam bir olmuştu. Meğer genç otururken benim arkadan göremediğim bir baston tutuyormuş elinde. Görme engellilerin kullandığı bastonlardan...
Gece boyunca uyuyamadım. Bastonunu yere vura vura uzaklaşan o gencin görüntüsü kafamın içinde tekrarlandı durdu. Henüz gün ağarmamışken kalktım yataktan. Elimde bir bardak suyla balkona çıktım. İlk olarak banka baktım. Boştu. Bardaktan iki yudum su alıp geri kalanını saksıdaki sardunyalara döktüm. Klasik model tekli koltuktan ibaret olan tahtıma kuruldum. Kafamı arkaya yaslayıp iç geçirdim.
Dalmışım. Kargaların sesiyle irkildim. Sabahın maviliği etrafı kaplamış. Sokak ıssız, kimse yok. Ayaklandım. Balkon kapısına yöneldiğim anda ritimli bir ses işittim. Dönüp balkon demirliklerine tutunarak sesin geldiği yöne doğru eğildim. Oydu. Sokağın başından bu tarafa doğru geliyordu. Kepenkleri inik mahalle bakkalının bitişiğindeki evin bahçe duvarından sarkan mor salkımlara yöneldi. Onları büyük bir titizlikle okşayıp dakikalarca kokladı. Ardından aynı bankın yanına gitti ve bankı ortalayıp yayılır vaziyette oturdu.
Az önce balkon kapısına neden yöneldiğimi unutmuştum. Koltuğuma mıhlandım. O genç görmeyen gözleriyle manzaraya, bense ona bakıyordum. Arada sırada ağaçlara ve yoldan geçen diğer insanlara göz atsam da hiçbir şey göremiyordum. Oysa ağaçlarda çocukluğumu, yoldan geçen insanlarda akrabalarımı görmeliydim!
Güneş en tepeye ulaşmıştı. Henüz kahvaltı yapmamış olduğumu hatırlayarak içeri geçip karnımı doyurduktan sonra geri döndüğümde genci bıraktığım gibi bulacağımı biliyordum. Balkona çıkarken radyomu da açmıştım. Evimdeki sessizliği bastıran, şarkılarıyla beni benden alıp eski günlerime götüren dostumdu radyo.
Bundan evvel bir çok kez dinlediğim şarkıya mahalledeki insanlarla klip çekmişliğim oldu. Fakat onlar beni eğlendiren kliplerdi. Şimdikiyse oldukça manidar...
“Rüzgâr gibi geçti canım ilkbahar
Ben ne yaptım açarken erguvanlar
Ben kâr zarar hesap tutarken
Aya kaçtı uçurtmalar”
Radyodaki ses bu satırları okurken sokağın başında uzun boylu, komik saçlı bir genç belirdi. Kulağında kulaklık ve elinde bir telefon vardı. Kafası elindeki telefonun ekranına gömülmüş vaziyette hızlıca geçti sokaktan. Yanındaki eşsiz manzaraya bir saniye dahi bakmadan, kulaklığı yüzünden kuş cıvıltılarını duyamadan geçip gitti. Sorsam bilir miydi erguvanın adını? Bilir miydi mor salkımın koktuğunu, ilkbaharı? Banktaki genç görme engelli olduğu halde etraftaki güzellikleri bu denli fark edebiliyorken kendisinde kusur bulunmayan akranı nasıl bu denli kör olabiliyordu?
Kafam bütün gün manzaramı kaplayan o gençle meşgul oluyordu. Kendi kendime sürekli onunla ilgili sorular sorup duruyordum. Ne yer, ne içer? Kimi kimsesi var mıdır? İki gündür ne diye buraya geliyor? Yoksa beklediği biri mi var?...
Ben meraklı bir adamım. Ortada bu kadar cevapsız soru varken rahat edemem. Bu yüzden onunla konuşmanın yollarını aramaya başlıyorum. Yanına gidemem. O halde ona seslenip evime davet etmeliyim. Ama ya beni yanlış anlayıp bir daha gelmemek üzere giderse? Hem sesimi ona duyurabilir miyim ki? Aklıma bir fikir geliyor ve yavaşça kalkıyorum yerimden. Dairenin kapısını açıp komşunun çocuğuna sesleniyorum. Cevap yok. Tekrar sesleniyorum. Merdiven boşluğunda açılan bir kapının sesi yankılanıyor. Fakat ses bir alt kattan değil, en alttan geliyor.
"Onlar gitti amca. Hümeyra'nın ablası fenalaşmış. Hepsi birden hastaneye gittiler. Bir durum varsa söyle ben halledivereyim."
"Allah şifasını versin. Bir durum yok kızım merak etme. Hadi iyi günler sana." dedikten sonra kapıyı kapattım.
Hay Allah, demek ki ufaklığın bugünkü gazetemi getirmemesinin sebebi de buymuş. Gencin yanına yollamak için ondan başkasını da görevlendiremezdim. Umutsuz bir şekilde kapıyı tekrar açıp merdivenlere baktım. En son ne zaman kullanmıştım acaba bu merdivenleri. İnmeye kalksam varabilir miydim gencin yanına? Eh be adam, üç katlı binanın en üstünü mü buldun oturmak için? Girişte otursaydın ya! Ama o dairenin de balkonu yok... Kapıyı çarpıp radyoyu da kapattıktan sonra ikindiyi aradan çıkardım. Her zamanki yerime kurulup ona bakmayı sürdürdüm.
Yine akşam ezanı okunur okunmaz ayaklandı. Gitmek için akşam ezanını bekliyor olmasına kafa yoramayacaktım. Ağırlık çökmüştü. Namazı kılıp yatağa bıraktım kendimi.
Uykusuz geçirdiğim günün acısını çıkarmış olmalıyım. Başucumdaki saat öğleye kadar uyuduğumu işaret ediyor. Kaza etmek üzere yatsının yanına yine sabah namazını da eklemişim anlaşılan. Yüzümü yıkayıp hızlıca balkona yöneliyorum. Evet! Bu sefer hızlı hareket ediyorum. Uykumu almış olmamdan kaynaklanıyor olacak bugün kendimi dinç hissediyorum. Balkona çıktığımda genci yine o bankta oturur vaziyette bulmamsa keyfime keyif katıyor. İşte her şeyin yolunda gideceği bir gün!
Kahvaltıyı iki kişilik hazırlıyorum. Kararlıyım. Nasıl çıkacağımı düşünmeden inmek istiyorum merdivenlerden. Bunun sonucunda çekeceğim ağrıları birkaç günde atlatırım. Ama inmezsem genç hakkında merak ettiklerim bir ömür kemirir beynimi. Belki kimi kimsesi yoktur, bundan böyle hep iki kişilik yemek hazırlarım belli mi olur?
Çay bardaklarını da masaya koyduktan sonra epeydir yanına uğramadığım askıdaki paltoma yöneldim. Paltonun görüntüsü o kadar olumsuzdu ki heyecanım dindi. "Otur oturduğun yerde!" diyordu sanki. Duraksadım. Kafamı karıştırdı lanet palto! Sinirlenip onu giymekten vazgeçtim. Zaten havalar ısındı be adam ne paltosu?
Heyecanla kapıyı açtım. Attığım adımı ikinci ve üçüncü adımlarım izledi. Sanki ayaklarım kendiliğinden gidiyordu. Duvarlara tutuna tutuna inerken geriye baktığımda kapıyı açık bıraktığımı gördüm. Omuz silkip merdivenlerden inmeye devam ediyordum ki adımım boşa gitti ve dengemi kaybettim.
Sırt üstü uzanmış vaziyetteyim. Bulanık gözlerle ikinci kattaki dairenin kapısına bakıyorum. Beynimin içinde bir hareketlenme var. Kıpırdayamıyor ve ses çıkaramıyorum. Az önce bana ne oldu bilmiyorum ama yavaş yavaş kapanan bilincim sona geldiğimin sinyalini veriyor. Birden, "Acele giden ecele gider." sözü yankılanıyor kafamda. Bir şeyler hatırlıyorum. Göz kapaklarım inerken, "Artık zerre merakım kalmadı. Gencin büyüsünü çözdüm. O genç meğer benim azrailimmiş!" diyebiliyorum.
bazen bir manzara oluyor. bozkirin bunaltici sicaginda talazli bir hortum yerin en dibinden gogun catisina kadar donuyor. once kipkizil ve boz topraklari karip katiyor, sonra bicilmis bugday saplarini, sonra sira yanmis anizlardan arta kalan kapkara ortuye geliyor; karanlik bir anafor. en son suya geliyor: bulanik bir girdap. bir kac defa gordum bu manzarayı. beni dusunduruyor. sayende yine dusunuverdim albaslan cenbaz.
YanıtlaSil