“Gençlerinizin en iyisi ihtiyarlarınıza benzeyenlerdir. İhtiyarlarınızın en kötüsü de gençlerinize benzeyenlerdir.” (Hadis-i Şerif)
Sayfalar
27 Mayıs 2013 Pazartesi
HAFIZAYI GÜÇLÜ KILMAK
Rahmetli Mahir İz’e sormuşlar, “Keskin bir hafızaya nasıl sahip olunur?” deyu.
El cevab, “Evladım biz Osmanlı mektebine gittik. Bize ilk gün yolda nasıl yürünür bunun kaidesini öğrettiler. Göz ayağın ucunda olacak yürürken. Gözümüz hep ayağımızın ucundaydı. Önümüze bakardık. Sizler boyuna etrafınıza bakıyorsunuz. Ona bak, şuna bak… Sizde hafıza olmaz. Günahı göz işler de belasını gönül çeker. Gözler bakar, gönül rahatsız olur ve hafıza zayıflar.”
İsterseniz bir ara kalabalık bir caddede durup insanlarımızı seyretmeye koyulun. Bazı gözler sürekli karşı cinsten birini arar, bulur, inceler. Bazıları da boş boş bakar. Bazılarının gözleriyse mağaza vitrinlerindedir. Ve bazıları elbette, yürürken bile ellerindeki cep telefonlarına gömülmüş vaziyettedir. Neredeyse kimsenin bakışları yerde değildir yani. Başları göğe erecek şekilde hareket ederler...
Cep telefonlarının olmadığı, hatunların şimdiki gibi açık saçık değil edepli gezindiği, her yanı yalancı vitrinlerin, reklam panolarının sarmadığı Osmanlı zamanındaki mekteplerin birey yetiştirmeye ilk olarak nereden başladığını duyunca günümüzdeki halin de nasıl bir “hafıza kaybı” sonucu zuhur ettiğini anlıyoruz aslında. Eğer Osmanlı’nın eğitimini, adabını, dilini, bilimini, kültürünü,… “hatırlıyor” olsaydık insanlarımızı bu denli şuursuz bulamazdık. Değerlerimizi bir arada tutan İslam’ı her türlü işten ayırmak, ötelemek ve hatta hafızalardan silmek gayretiyle çalışanlar, milletimize derme çatma ilkelerini başarıyla yutturdular. Allah bizleri idrak edenlerden eylesin!
Öyle darbeler yemişiz ki toparlanamıyoruz. Çocuklarımız dünya ve ahiret hayatlarına dair büyük ehemmiyet taşıyan kaidelerden habersiz büyüyor. Toprakları sayısız alimle beslenmiş bu vatanda artık mütefekkir bir yana, doğruyu yanlışı ayırt edebilecek kadar mantık sahibi insan dahi yetiştiremiyoruz. Mesela, zamanında hafıza kaybına neden olur düşüncesiyle mezar taşlarının okunması tavsiye edilmemiştir. Şimdilerde çevremizde gözün gördüğü neredeyse her şey tuzaklıyken, hepimiz her yanı saran ekranların bağımlısı olmuşken, kalkıp da hafıza kaybına uğramamak için mezar taşı okumuyoruz ve hatta yarım yamalak anladığımız için her şeyi; günah sanıyoruz mezar taşlarını okumayı. Mesela, “Güzele bakmak sevaptır.” sözünü; doğaya, estetik olan yapılara, kitap satırlarına yani güzelliklere bakmak olarak değil, güzel kızlara bakmak olarak alıyoruz da tefekkür etmek için, hafızayı güçlü kılmak için söylenmiş bir sözün işlevini tam tersine çeviriyoruz. Gayet mantıklı olanlar hurafeye dönüyor elimizde. Kulaktan kulağa oynuyoruz. Ters anlıyoruz. Ezbere yaşıyoruz.
Çünkü ilköğrenimden başlıyoruz ezberlerden ibaret bir birey olmaya. Mesela, ta o zamanlar bize dayatılan İnkılap Tarihi dersi koca adam olup da üniversite çağına gelmiş ve hangi bölümü seçersek seçmiş olalım karşımıza çıkıyor, kurtulamıyoruz. Bizlere eğitim aldığımız her yıl Atatürk İlkeleri hatırlatılırken, haftada yalnızca bir defa karşımıza çıkan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinde İslam’ın ilkelerinin onda birini dahi göremiyoruz. Mesela, çevresindeki büyükleri ve hatta ana babasından dahi, "bekâr adamdır yapar" türünden sözlerle zaten tetikte bekledikleri bir çağda sürekli zinaya yönlendiriliyor gençlerimiz. Bunun yanındaysa günahtan korunması, namaz kılmasının gerekliliği gibi konuları hayatlarında neredeyse işitecekleri tek yer olan cuma namazlarına bile gidebilmeleri için evvela okuldan kaçmaları gerekiyor. Kısacası; dinine bağlı ahlaklı bir nesil değil, batıya ve batıla bağlı "çağdaş" bir nesil yetiştirmeye devam ediyoruz. Sanki 1400 yıl önce indiği haliyle bugün de mucizevi bir şekilde geçerliliğini koruyan, kanunlarında bir değişiklik bulunmayan Kuran'ı temel alarak yetişecek nesiller "çağdaş" olmayı beceremeyecekmiş gibi...
Osmanlı çocuklarının ilk ders olarak karşısına çıkan ama Türkiye Cumhuriyeti’nde kendi çabamla araştırıp bulmasam ömrüm boyunca hiç mi hiç karşılaşmayacak olduğum Mahir İz Hocanın bahsetmiş olduğu düstur hakkındaki bir derlememle kapanışı yapıyorum…
GÖZ AYAKTA, GÖNÜL ALLAH’TA
“Nazar ber kadem” yani; gözleri ayağın üzerine almak, dikkati kendi adımlarına yöneltmek. Hak yolcusunun bir yere doğru yürürken bakışlarını yerden ve ayağından ayırmamasının ifade edildiği bir kaidedir bu. İnsanın gözü tıpkı bir fotoğraf makinesi gibi gördüklerini kaydedip aklını bunlarla meşgul eder. Çevreye gereksizce bakınmak yerine, önüne bakarak hedefine ilerleyen kişinin gafletten büyük ölçüde korunacağı belirtilir. Böylece kendisini lüzumsuz bakışlardan sakındırıp iç alemindeki huzur ve sükun halini muhafaza edebilir insan. Bunun yanı sıra tevazu erdemini de kazanır bu düstura uyan kişi. Nasıl ki dimdik ve böbürlenerek yürümek kibrin göstergesiyse, önüne bakarak edepli bir şekilde yürümek de tevazunun göstergesidir.
Ve milliyetçi duygularımdan faydalanan lisedeki öğretilerle benden istenildiği üzere, bir Türk olarak yolda yürürken daima dimdik tuttuğum başımı kendi çabalarımla eğdim elhamdülillah. Amma demiş ya Mehmet Akif, "Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?"
Bu yazının üstüne laf söyleyen çıkmamış.
Peki senin diyeceğin var mı azizim?