Sayfalar

24 Mayıs 2013 Cuma

BİLMEDEN


Kadın, yeryüzündeki en gevrek simidi bulma azmiyle tezgahtakileri bir bir yokluyordu. Bu hayatta benden bile daha seçici ve benden bile daha yavaş görünüyordu. Seyyar simitçinin bir müddet sonra sabrı taştı,

“Teyzem kumaş mı seçiyorsun Allah aşkına? Simit bu yahu!”

Kadın söylenenleri duymamıştı sanki. Seçtiği simidi uzatarak, “Bu olsun evladım. Poşete koyuver.” dedi. Cüzdanından çıkardığı bozukluklarla ödemeyi yaptı, simidini aldı ve gitti.

Sıra bana gelmişti, adım atarak önümdeki boşluğu doldurdum. Satıcının teyzeden dert yanan gözleriyle karşı karşıya geldiğimde ona hak verecek bir manada tebessüm ettim. Ardından bir açma aldım ve boğaz manzaralı banklara yöneldim.


Oturup açmayı yemeye koyulmuştum ki etrafımı bir çete sardı. Ayaklarımın dibinden eğdikleri başlarıyla bana yan yan bakmaya başladılar. Açmamdan ufak parçalar koparıp onlara attım. Tıpkı insanlarda olduğu gibi serçelerde de girişkenler karınlarını doyuruyor, çekingenlerse aç kalıyordu. Bu durumu değiştirme hırsıyla kopardığım parçaları yoğun bir şekilde pay etmeye başladım. Böylelikle girişkenlerin ağızları doluyken çekingenlerin de boğazından bir şeyler geçmiş oldu.

Sonra az ilerideki güvercinler ilişti gözüme. Tüylerini kabartarak kendi etrafında bir semazen gibi dönen erkek güvercinler dişileri tavlama derdindeydi. Dişilerse etrafında fır dönen karşı cinsleriyle ilgilenmiyor, yerden yiyecek bir şeyler arıyorlardı. Ya da öyle görünüyorlardı… Yine her şey insanlarda olduğu gibiydi. Çapkınlık peşinde koşan erkekler ve onlara yüz vermeyen dişiler... Bu duruma da bir müdahale olması açısından elimdeki son açmayı da güvercinlerin bulunduğu tarafa yolladım. Ama nafile! Çapkınlığı yarıda kesen bir erkek güvercin dahi çıkmamıştı. Dişi güvercinlerin de naz yaptığı, aslında bir yiyecek aramadıkları kesinlik kazanmıştı. Aradıkları “doğru adam”dı. Yerdeki son açma parçasına hücum edense yine serçeler oldu.

Kendimi, ilkbaharda kabararak dönmek yerine bir köşede sakince bekleyen erkek güvercin gibi hissettim. Tam da böyle münasebetsiz bir vakitte karşıdan bana doğru yaklaşan bir çift belirdi. Anlaşılan yine aynı şey istenecekti benden…

Bir anda yanımda bitiverdiler. Sırıtarak elindeki ince diktörtgen cep telefonunu uzatan kabarık saçlı erkek güvercin o klasik cümleyi kurdu,

“Fotoğrafımızı çekebilir misin?”

Sahilde isterse tek başına oturan yüzlerce insan olsun yine gelip fotoğraflarını bana çektirirdi bunlar. Zorlama bir tebessümle yerimden kalkıp onlarla birlikte kıyıdaki korkuluklara yaklaştım. Bir an, birbirine sarılmış çifti ayrı ayrı fotoğraflamak gibi bir muziplik geldi aklıma. İkisi de aynı karenin içinde olmak yerine; çektiğim iki fotoğraftan birinin sağ köşesinde erkek, diğerinin sol köşesinde de kız olacaktı. Bunu görünce nasıl tepki verirlerdi acaba? Doğrusu onları birbirine hiç yakıştırmamıştım.

Ama artık bu işi ciddiye alarak yapıyordum. Çiftlerin mutluluklarını fotoğraflamak benden sorulurdu! Bu yüzden en iyi karenin içine aldım onları. Telefonu geri verdiğim gibi heyecanla nasıl çıktıklarına baktılar. Sonra teşekkür ederek uzaklaştılar. Ben de bankıma döndüm. Semaya baktım…

O sırada bir düdük sesi duyuldu. Ardından kuşların kanat sesleriyle ayakkabıların tabanlarından çıkan sesler birbirine karıştı. Çocuk, genç, yaşlı herkesin acelesi vardı. Sanki vapurdan gelen düdük sesi bir koşu yarışmasını başlatmıştı. Topuklu ayakkabılarına rağmen koşmakta olan genç kıza ve ona ayak uydurmaya çalışan ihtiyara yoğunlaştım. Ses cümbüşünün arasına gittikçe çoğalan bir gürültü eklendiğinde de dikkatimi oraya verdim. Bu gürültü, var gücüyle koşan adamın peşinden sürüklediği valizin tekerleklerinden geliyordu. Adam bir müddet sonra valizini kucaklayıverdi. Artık hem sessiz hem de daha hızlı koşuyordu. Öyle ki, az önce izlediğim genç kız ve ihtiyarla arasında epey mesafe olmasına rağmen onları geçmişti.

Bir düdük sesi daha duyuldu ve çımacılar hareketlendi. İskelenin kapısı kapanıyorken arasından biri sıyrıldı. Vapura son binen kişi valizli adamdı. Dayandığı duvardan yavaş yavaş ayrılmakta olan vapuru gördüğü halde yetişmek adına koşmayı sürdüren insanlar vardı. Ne tuhaf bir yarıştı bu! Hiç umut yoktu ama koşuyorlardı…

Tekrar diğer ikiliye baktım. Çok yaklaşmış ancak yetişememişlerdi. Genç kız, soluklanmaya çalışan ihtiyara ellerini sallayarak bir şeyler söylüyordu. Vapuru kaçırdıkları için onu suçluyor olmalıydı. Oysa on beş dakika sonra o iskeleden başka bir vapur kalkmayacak mıydı? Bir ihtiyar yormaya, bir kalp kırmaya değer miydi? Üstelik etrafta dünyanın en iyi manzaralarından birini barındıran banklar vardı beklemek için. Ama hayır! Burası geç kalmaktan daima korkan sinirli insanların şehri. Bilirler ki derse geç kalanı öğretmen sınıfa almaz ve işe geç kalan da patronun gazabına uğrar. İş sahibi olmaya, evlenip yuva kurmaya geç kalanlarınsa vay haline zaten!

Ortalık yatışınca serçeler yine geldi. Açmamı bitirerek beni aç bırakmalarına rağmen hâlâ beklenti içindeydiler. Onlara verecek bir şeyimin kalmadığını anlatan bir çaresizlikle bakacakken, çöpe atmak üzere ağzını bağladığım yanımdaki poşete ilişti gözüm. Küçükken yere kırıntı dökmenin günah olduğunu öğrenmiştim. Bu nedenle de az önce açmanın kırıntılarını o poşetin içine dökmüştüm. Ne kadar da ezbere hareket etmişim! Ağzını çözdüğüm poşeti ters çevirerek içindekileri serçelerin üstünden bırakıverdim hemen. Çünkü kırıntıları yere dökerek onlardan kuşların ve böceklerin nasiplenmesini sağlamak onları çöpe atmaktan daha mantıklıydı. Allah’a mantığımdan ötürü teşekkür ettim.

Sonra kalkıp yola koyuldum. Nereye ve kime varacağımı bilmeden…

2 yorum: