Bir
film çekersem derdimden çekerim. Nereden kırıldığımı, insanoğluna kendisinin ne
halt olduğunu göstermek için çekerim.
Karşımda
insandan intikam alan bir eser bulduğumdan ötürü sevdim Ahlat Ağacı'nı.
Özellikle bu filmle ve Kış Uykusu'yla bana kendi çektiğim filmi izliyormuşum
gibi hissettirdiği için sevdim Nuri Bilge'yi. Giydiği kazak için sevdim. Toplumu
korkunç derecede iyi tanımasından, gözlem yeteneğine duyduğum saygıdan, ortaya
koyduğu işle bizi de, kendini de çok iyi eleştirdiğinden sevdim.
Üzerine
yazılanları okumadan izledim Ahlat Ağacı'nı. Pazarlanmasına gerek duymadığım, zaten
izleyeceğim bir filmdi çünkü. Sevdiğim yönetmenlerin filmi çıkınca hakkında
ismi ve afişi dışında bir şey bilmeden perdeyle baş başa kalırsam bana özel bir
hediyeyi kutusundan çıkarır gibi hissederim.
Mesela
ismi ve afişi dışında bir de fragmanını biliyordum bu filmin. Keşke o fragmanı
izlemeseydim dedim, özellikle de filmin son sahnelerine geldiğimde dedim bunu.
Çünkü fragmanı; filmin bekaretine zarar veren, konulmasa çok daha iyi olacak
bir sahne içeriyordu.
Diğer
yandan, bir sonraki sahneyi tahmin ederek izlediğim bir filmdi zaten. Bu
normalde film için olumsuz bir şeydir ama burada elbette öyle değil. Derdinize
ortak birini bulduğunuzda onunla dertleşirken heyecanlanıp birbirinizin ruhuna çok
yakın laflar edersiniz hani, karşınızdaki kişi daha dile getirmeden ne diyeceğini
hisseder, bilirsiniz. Aynı anda aynı cümleleri kurarsınız. Film boyunca
yüzümdeki gülümsemenin hiç eksik olmaması bu yüzdendi.
Ahlat
Ağacı'nın üzerine yazılanları şu an da okumuş sayılmam. Bu yazılanların çoğunun
filmden çok uzak, yüzümdeki tebessümü benden almaya çalışan çok yorucu şeyler
olduğunu adım gibi biliyorum zira. Ahlat Ağacı bana kalsındı, kime ne'ydi.
"Seni herkes bulmasın, sende kendini bulacak olan bulsun seni." diye
bir cümle kurmuştum bir ara. Öyleydi işte.
Hayatımıza
kamera koyan bir film belgesel olur. Ahlat Ağacı'nda kamera konduğunu
hissetmiyorsunuz, bize direkt ayna tutuluyor. Belgeselden daha gerçek o yüzden.
Zaten bildiği şeylerin kendisine gösterilmesini neden sever insan? Gerçekten
korkmadığı için.
Dileyen
sinemaya gülüp eğlenmek, güzel vakit geçirmek dışında bir amaç taşımadan gitsin.
Ulaşamayacağı janjanlı hayatları pazarlayan yalan dünya filmlerini izlesin. Ortalık
'tüketilmek' üzere çekilmiş bu tarz ticari filmlerden geçilmiyor zaten, seçenek
bol. Film orada biter ve "Paramıza değdi" rahatlığıyla çıkarsınız salondan.
Bittikten
sonra da devam eden, verdiği ilhamla günlerce, aylarca ve belki de bir ömür
sürecek etkisi olabilen filmler de var ama. Özeleştiri yapmaktan, utanmaktan ve
kendini hizaya çekmekten çekinmeyen insanlar da var bu dünyada. Sayıları çok az
ama varlar yani. Ve onlar böyle filmleri seviyor, diğerlerinin anlamadığı bu filmleri
gerçekten anlayabiliyor. Ve filmi anlamamaları üzerinden boşboğazlık edip anlayanları
hor görmeye çalışanlar kadar tepeden bakmıyorlar bu topluma.
Karşındaki
filmde aile içindeki halin, tavrın var. Telefonda arkadaşınla yaptığın muhabbet
var. Her sokakta rastlayabileceğin bol küfürlü çiğ cümleler var. Fakat sen, bir
anda hiç olmadığın kadar kibarlaşıp filme küfürlü oluşu üzerinden eleştiri
getiriyorsun mesela. Film bunları gösterirken durum bu olduğu için gösteriyor,
övmek için değil. Samimi izleyici bunlardan rahatsızlık duyup başkasının adına
olduğu gibi kendi adına da utanır. Başkasını değil, evvela kendini düzeltmeye
uğraşır. Ama siz kendiniz dışında herkesle kavgalı olan biriyseniz ahlakçı
kesilip öfkelenirsiniz sadece. Yönetmeni de, filmi sevenleri de toplumdan uzak
belleyip 'entel' diye yaftalarsınız. Bunu, toplum gerçeklerine olan uzaklığınız
bir yana, kendine bile kilometrelerce uzaklıkta olan biri olarak yaparsınız.
Kimse
yanlış filme gitmesin, bunu hiçbirimiz istemeyiz. Bu film izlediğimde bana, anneme
ve babama yaptığım saygısızlıkları gösterdiyse, salondan çıktıktan sonra
göğsüme oturan bir yumrukla gezmeme sebep olduysa doğru filme gitmişim
demektir. Bu film anlayabilene aileye karşı sergileyeceğimiz doğru davranışı da
anlatıyor, rahmeti, bereketi de anlatıyor.
-
Yazının bundan sonrası filmin içinden bir şeyler içerir. -
Baba
karakteri beni iki yerde ağlattı. Köpeğine olan sevgisiyle, "Bir tek o
beni suçlamıyor." şeklindeki o cümlesiyle.. Mesela Sinan, insanları
sevmediğinden bahsediyor ve beylik laflarıyla bunun altını dolduramıyor. Sinan'ın
o bütün bilmişliği yapay. Babaysa sahici bir karakter. Kaba saba görünse de
zarif, iyi niyetli. Ve asıl baba karakteri insanlardan bıkkın. Bunu Sinan gibi kibirle
dile getirmiyor, yaşayarak gösteriyor. Doğaya, hayvanlara sığınarak. Köyde
kendine yalnız yaşayacağı bir alan inşa etmek üzere çabalayarak. Evden çok
orada vakit geçirerek.
Haksızlığa
uğramasına, suçlanıp incinmesine rağmen insanları incitmiyor. Bir kumarbazlığı
var ama onu buradan suçlayan Sinan ondan daha masum değil. Hatta bence
şerefsizin teki. Sinan'da beni görenler oldu mesela. Ölsem yapmayacağım şeyleri
yapıyor. Ama geri kalan yerlerde ben de gördüm elbet kendimi. Rahatsız oldum,
kendimden utandım.
Filmdeki
tüm karakterlerde bir parça varız. Çünkü filmdeki tüm karakterler insan.
Başkalarına hunharca haksızlık edenlerin dünyasında mesele tam olarak da bu
mesajı vermekte.
Sinan'ın
kitabı çıkarmak isteğiyle kapısını çaldığı tiplerin kofluklarını, o imamı, o
yazarı, hepsini gerçek hayattan öyle iyi tanıyorum ki...
Nuri
Bilge'nin yine göze sokmadan kullandığı zarif detayları, izleyicinin yorumuna bıraktığı
yerleri çok seviyorum. Mesela kitapçıdaki diyalog sürerken başlayan bir yağmur gösterir
bize. Genç bir kız kitapçıya atar kendini. Daha sonraki sahnelerde de bir daha
görünmez o kız. İlk başta yazarla buluşmaya geldiğini sandım, sonraysa başka
türlü kitapçıya yolu düşmeyecek, sadece yağmurda ıslanmamak için oraya kendini
atmış biri olduğuna kanaat getirdim.
Başlayan
yağmur az önce masadan kalkacağını söyleyen adamın masada oturmayı
sürdürmesinin sebebiydi. Karşısındakini daha fazla dinlemek için değil de, yağmurda
ıslanmamak için oturmayı sürdürüyordu. Nitekim yağmurun dinip yüzlere güneş
vurduğunu görürüz sonra ve öyle kalkar o adam yerinden.
Sinan'ın
parasını kimin çaldığını da daha ilk andan hissetmiştim. İlk anda
hissetmeyenler için de ergen kız kardeşinin o aşırı tepkisi yardımcı olmuştur.
Son
olarak, Ahlat Ağacı'na dair gördüğüm olumsuz taraf şuydu: Filmdeki
insanlar bazen çok uzun cümlelerle ve soluksuz olarak kitap okur gibi konuşuyor.
Bu da filmin geneline yayılan doğallıkla örtüşmüyor. Yani filmde günlük dilin
kullanıldığı birbirinden gerçek konuşmalar varken ansızın karşımıza çıkan bu
kusursuz cümleler sırıtıyor, ikisi bir yürümüyor.